otuzbir temmuz ikibinondokuz
sessizlik inzivasındayım. altı haftadır bir bebeğe gebeyim. dışarıdan bir dişi beden görünsem de rahmimde bir er ile bir dişinin bir'ini taşıyorum. o sessizlik içinde öyle çok sesle muhatabım ki kafamın içinde, bir tanesine kayıtsız kalamıyorum: annemle ilişkime dair hatırlayabildiğim çocukluğumdan bu yana taşıdığım yaralar. "hahh" diyorum, "sümeyra sen kesin bir kız çocuğu taşıyorsun, eee kolay değil o'na bunca yükü taşımak. gelsin önüne yaralar ki çalışasın, çalış ki hafiflesin yükü bu bebeciğin." başlıyorum kazı çalışmasına. sessizlik çok yardımcı oluyor. her ne ise bir tam insan olmaya dair ödevim, o günkü bilinç halimle önüme dökülüyor.
kendime en net serzenişim:
ne kadar da eril eril yaşıyorsun bu hayatı. yüksek sesle ateşli konuşmaların, pata küte yürüyüşün, bir ortamda var olduğunu gösterme biçimin. ne kadar da erilsin. hem bir de anne olacaksın! dişil yanını hatırla. rahmini. kapsayıcılığı, yumuşaklığı, hafifliği, sessizliği... kendime bunu söylerken bile eril eril dökülüyor sözlerim, ses tonum öyle üstten.
***
bunları fark etsem de etmesem de gebelik sürecimin öyle eril eril "aman da ben yakarım, yıkarım" gibi beylik laflarla geçme ihtimali pek yokmuş hani. :) malum, duygular şelale! peki o duyguları yaşayış şeklim? huylu huyundan vazgeçmeyecekti elbette.
(o süreci şimdi pek anlatasım yok ama merak eden olursa paylaşabilirim. o zamanlar yazdığım yazılar tüm kafa karışıklığımı, tüm sancılarımı, o duygular karşısındaki tüm bilmezliğimi ve çaresizliğimi apaçık ortaya koyuyor.)
***
otuzbir temmuz ikibinyirmi
bir haftadır gizli sandıklar açılıyor. bir insan yavrusu olarak taşıdığım türlü yaralar. hepimiz gibi. çevremde gördüğümde az çok tanıdığım, kendime kör olduğum noktalar.
bir haftadır kendimi nerelere vuracağımı bilemiyorum. bir bedende, şimdilik olduğu kadar benim diyebileceğim koca bir evin içine sığamıyorum. nerelere gideceğimi bilemiyorum. ne oldu şimdi bu kadar? acıysa acının dibini yaşadın o bebeciğe veda ederken. ne oluyor şimdi dünyalara sığamayacak kadar?
biriyle bir şey yaşıyorum. biriyle bir şey yaşamıyorum bile. biri bir şey yapıyor ya da yapmıyor; o yaptığı ya da yapmadığı benim türlü yarama dokunuyor. yaraları açan o biri değil; yaraya tuz basan da o biri değil. geçmişte başka birileriyle bir şeyler olmuş. yaralar açılmış. tam da o zaman yaralara bakma cesareti göstermemişim, onları yok saymışım, görmezden gelmişim. yara oldukları yetmiyormuş gibi bir de omzuma yük eylemişim, taşımışım bugüne değin. şimdi durduk yere, "ama benim yaram var!" serzenişleri.
kime?
tabii ki kendime.
bugün bir dost "geçmişi silip atamıyorum" dedi. "severler o geçmişi" dedim (yersen:), biraz da her ne oluyorsa şimdi'de oluyor'a dair atıp tuttum. bunu yaparken öyle emindim ki, onun da buna ihtiyacı vardı, rahatladı. onun sayesinde ben, geçmişe bakarken ne kadar ürkek olduğumu gördüm. o, geçmişe takılıp şimdi'de kalmaya ürküyor; bense geçmişi görmezden gelmek için şimdi'de oyalanangillerdenim.
nitekim açıldı sandıklar. kırgınlıklar, kızgınlıklar, yok sayılmışlıklar, değersizlikler, sevilmemeler, hor davranışlar, türlü şiddet, türlü yanlış anlaşılmalar dökülüverdi ortaya.
sabahtan beri bir ağlasam diyorum. bir ağlasam da çıksa içimde tuttuğum ne varsa. çıkmıyor. er meydanı burası. türlü duygu yükü ve onca duyguyla ne yapacağını bilemeyen bir sümeyra kişisi. hodri meydan!
derken derken, tarihe bakmak geldi aklıma. geçen yıl bugüne gidip niyetimi hatırlayınca duruldu ortalık.
dişil yan dişil yan dediğimiz, yerlere göklere sığdıramadığımız, hele şu günlerde sosyal medyada türlü challenge ile daha bir göz önüne gelip kadınlık ile bağdaştırılan o yanımızın bendeki karşılığını buldum: duygular.
duyguları tanımak. onlara annelik yapmak. bir buyur etmek içeri. yasıyla göz yaşına boğulmak, sevinciyle gülücükler saçmak. evin içinde. bu önemli. her ne oluyorsa evin içinde. misafire ev sahipliği etmek adabınca ve gözünün içine bakmak o anlatırken. gönülden dinlemek. gönlünü sunmak ona. yaşamak o duyguyu gereğince. bunlar, senelerdir görmezden geldiğim, hor gördüğüm, beğenmediğim dişil yanımın işi.
bir de bunun evden dışarı çıkması var. duyguların başkalarıyla iletişim içinde doğru bir şekilde, kırmadan, dökmeden, tam da olduğu haliyle ifade bulma şekli de eril yanımın işi.
içeri buyur eden dişi, dışarıda gereğince ve yerinde ifade bulduransa er kişi.
duyguları yaşayan, onlara annelik eden dişi; rüzgarına kapılıp gitmeyen, ortalık sakinleyene kadar irade gösterip konuyu değiştirmeyen er kişi.
***
çok uzun yıllar duygularını yok sayan biri olarak insanlara kırılmadım ben. biri söz vermiş tutmamış mı, onun sorunu. yapıcam demiş yapmamış mı, kendi sorumsuzluğu. gelicem demiş gelmemiş mi, onun kendini bilmezliği.
bunların her birini yapmadığımda aynılarını kendime defalarca söylemişliğim, insanlara da "bana kırılma, benle işin yok senin, farkındayım ne yapmadığımın, sen kendi kırılmana bak, oraya çalış" demişliğim de çoktur.
bir ay kadar önce birinin yapıcam deyip yapmadığı şeyden müthiş tetiklendim. çünkü iş söz konusuydu ve iş benim için ne demek, bilenler bilir. :) tabii ki yıktım ortalığı. yandaş aradım, halimden anlayan bir er kişi de bulamadım üstelik. kaldım öyle tek başıma.
o gün bugündür birileri mütemadiyen birşeyleri yapıcam deyip yapmıyor. izliyorum hallerimi. izlemek çok baba bir iş. irade gerektiriyor. öyle ya da böyle izliyorum bir şekilde. çoğu zaman kapıyorum gözlerimi, içim kaldırmıyor gördüklerimi. ortaya çıkan türlü kırılganlık, incinmişlik, üzüntü. içimdeki boynu bükük kız çocuğu çıkıyor ortaya. görmek istemiyorum. öyle çok görmek istemiyorum ki rüyamda sağ gözümü açamadığımı görüyorum üstüne. yanımda annem, teyzem ve komşumuz olan bir bilge kadın. onlara ağlıyorum, haykırıyorum açamıyorum sağ gözümü diye. onlarsa yine kendi hallerinde.
uyanıyorum.
arefe gecesi. ertesi gün kurban bayramı.
sen neyi kurban ediyorsun? en sevdiğin, en kopamadığın, en olmazsa olmaz neyinden vazgeçiyorsun? sorusuna er gibi cevabımdır: duygularını görmezden gelen, onları yok sayan yanımdan vazgeçiyorum. dişil yanını ayakları altına alan, ezen, hor gören tarafımdan vazgeçiyorum. kurban arketipinin tuzağına düşmeden, "ama ben çok kırgınım, çok kırdılar beni" diye diye hıçkıra hıçkıra ağlayacak bir omuz aramadan. ki buna meyletmişliğim de çoktur. bu kez şartlar el vermedi allahtan, evde yalnızdım. :)
***
er kişi, dişil yan dedim.
öyle geldi içimden. (ya açıkçası böyle daha kafiyeli de oluyor bi yandan :)
bu ifademi destekleyebilecek yeterli argüman yok elimde.
fakat kısaca şunu söyleyebilirim:
aylardır zihin-beden-kalp üçlüsünü bir'lemeye çalışıyorum.
bu bir savaş.
bu bir mücadele.
yogadaki savaşçı duruşlarından, türlü hareket sanatına, meditasyondaki o rahatsız dik oturuştan, zihinden geçenleri sanki bulutları seyredermiş gibi seyretmeye kadar irade göstermemiz gereken bir çok yerde eril yanın sağlıklı ve güçlü bir şekilde vücut bulması gerekiyor bedenimizde. kişiyi kişi yapanın bu eril tarafın iradesi olduğuna inanıyorum. en azından sümeyra cismi, bu dengeli eril iradesi olmadan bir sümeyra kişisi olamayor, deneyimlediğim. en çok da, dişil yanımı parlatıcam, eril tarafımı ehlileştiricem derken çektim bunun sancısını.
dişil yan. havva'nın adem'in yanına yaratılması gibi. eril iradeyi dengeleyen, yanında olan. yakma potansiyeli olan ateşi pişirme kıvamında, tadında kullanan. bilge olan. öylece durmayan, taşıyan, ve aktaran.
ikisi de bir diğeri olmadan yarım. ikisi de bir diğeriyle birlikte insan eyliyor deneyimleyenini. birindeki manaya ulaşmak ancak ikisini de anlayarak mümkün.
***
bu yazıya, bu yazıyı yazdıran histeki bayrama "n'oldu bu gönlüm" yaraşır.
keyifli dinlemeler olsun